Anton Çehov kimdir sözleri eserleri kitapları nelerdir
Anton Çehov hikayeleri, martı kitabı (1860 -1904)
Rus edebiyatının ünlü hikâye, roman ve oyun yazarı. Anton Çehov. Kırım’da doğdu. Tıp öğrenimi gördü.İlk hikâyelerini 16 yaşındayken bastırdı. Daha sonra tiyatroya yöneldi ve oyun yazarı olarak ünlendi. Olgunluk çağında Avrupa’da gezilere çıktı. Vereme yakalanınca Rusya’ya döndü ve doğduğu bölgeye yerleşti.Edebiyat hayatı boyunca belirli ilkelere sahip oldu. Hikâye tekniği konusunda dünya edebiyatına öncülük yaptı. Yazar arkadaşı Maksim Gorki’nin Rus Yazarlar Akademisi’ne alınmayışı karşısında durumu protesto etti ve bunu Çar’a
bildirdi. Toplu Eserleri Türkçeye çevrilmiş ve dört cilt halinde yayımlanmıştır.
Diğer Eserleri:
Bozkır, 6 No.lu Koğuş, Kaştanka, Korkulu Gece, Marangoz’un Köpeği. Bir Evlenme Teklifi, Üç Kedi Yavrusu, Ormancını, Üç Kızkardeş, Martı.
Modern öykünün üç büyük kurucusundan biri olarak tanınan Anton Çehov, 17 Ocak 1860’ta Azak Denizi’nin kıyısındaki Taganrog kasabasında doğdu. Katı Hristiyan despotizmi ile yoğrulmuş bir babanın oğlu olan yazar, ilkokul sıralarından Bozkır’daki avareliğine, Yalta’daki aşk dolu günlerinden, Karaorman’da bir Alman otelinde son nefesini verene kadar, 44 yıllık bir yaşam öyküsüne çok şeyi sığdırdı.
Çehov’un yazı serüveni, 13 yaşında iken doğduğu kasabaya gezici bir tiyatronun gelmesiyle başlıyor. Burada ilk kez tiyatroyu, dekorları, “Güzel Helena Opereti”ni, melodramları ve Fransız öykünmesi vodvilleri izliyor. O zamanlar, kilise yerine tiyatroya gitmek “kötü yerlere gitmek” şeklinde telakki ediliyordu. O günün öğretmenleriyse, özgür düşünce okulları olarak görülen tiyatroları hoş karşılamıyorlardı. Çehov buradaki ilk tiyatro izlenimlerinin etkisiyle bir yandan tragedyalar ve farslar yazıyor; diğer yandan da kardeşleriyle birlikte tiyatrosum oyunlar oynuyordu. Bir süre sonra da “Kekeme” adlı bir gülmece gazetesi çıkardı. Çok kolay yazıyor ve konu bulmakta hiç zorlanmıyordu. Yazılarında “Antoşa Çehonte” takma ismini kullanıyordu. Kardeşleri ve arkadaşları da onun gibi gülünç olmaya çalışarak, eğlence olsun diye yazılar çiziktiriyorlardı. Üniversite çağına gelince, Tıp eğitimi için Moskova’ya gitti. Para kazanmak maksadıyla Moskova’da da küçük gazetelerde yazmaya devam etti. Ama çoğundan emeğinin karşılığını alamıyordu. Bazen yazıları yayınlanıyordu, ama o kadar çok geri çevrilme ve kaba karşılanmalar yaşıyordu ki… Bu durumu İrina Nenirowski şöyle anlatır: “ Böylesine kötü giyimli, bu kadar kendini hor gören, yeteneksizliğinin ve bilgisizliğinin bu denli bilincinde olan gençlerin onurunu korumayı hiç kimse düşünmüyordu. Çoğu kez getirdiği yazıyı okumak bile istemiyorlar ve: ‘Bu da yazı mı? Serçenin burnundan bile kısa…’ şeklinde tepki veriyorlardı. Arada bir okuduklarındaysa, genç yazara lütfen şunları söylüyorlardı: ‘Hem çok uzun, hem de yavan…’ Sonra ekliyorlardı: ‘Kendi yazdığını ölçecek bir eleştiri anlayışına ulaşmadan yazı yazılmaz… Umutsuzluk içinde ama yılmadan kâğıtları yırtıp, yenisini yazıyordu.”
Nihayet bir gün hatırı sayılır bir gazetenin sahibi olup, çok para ödemeden iyi yazılar yazabilecek yeni yetenekler arayan Suvorin ile tanıştırıldı ve onun gazetesinde yazmaya başladı. Bu süreç onun için ciddi anlamda bir yazma süreci olarak nitelendirilebilir. Bu gazete aracılığıyla kısa sürede tanınmaya başladı. Bir süre sonra yazıları sık sık basılır oldu. Verimi her gün artarak 1885’de en üstün düzeyine ulaştı. O yıl öykü, yazı ve güldürü olarak yayımlanan yazı sayısı 129’a ulaşmıştı.
1885 yılında bir gün edebiyat dünyasının seçkin çevrelerinden biri olan Grigoroviç’ten bir mektup aldı. Bu mektup, hayatının dönüm noktası olup, kendisini fark ettiren, yetenekli olmanın ağırlığını omuzlarında hissettiren bir silkiniştir onun için. Adeta altının değerini bilen, bencillikten uzak bir sarrafla karşılaşmıştır. Öyle ki bu sarraf Anton’a kendisinin bir değer olduğunu, onda bir değer gördüğünü söylerken, dostça bir tavsiyeyi eklemeyi de unutmuyordu: “Sanatına karşı daha duyarlı olmalısın! Bu kadar çok yazı yazmamalısın!”
Ne zordur bir yeteneğin mevcut ortamda, eleştiri oklarından yara almadan ortaya çıkabilmesi ve destek bulabilmesi… Zira Grigoroviç’in mektubu olmasa, belki biz bir Çehov’u, Flaubert olmasa bir Maupassant’ı bu şekilde tanıyamayacaktık bile…
Grigoroviç’in yukarıdaki mektubuna cevaben Çehov’un yazdıkları da oldukça manidardır: “Yakınlarım yazarlık çalışmalarımı hiçbir zaman ciddiye almadıkları gibi, bu çiziktirmeleri işe yarar bir meslekle değiştirmemi öğütlemekten de geri durmadılar. Moskova’da yüzlerce dostum ve burada da bir sürü yazar var. Beni okuyan ya da bende bir “sanatçı” gören kimseyi anımsamıyorum. Moskova’da edebiyat çevresi dedikleri şey var. Gidip onları bulsam, mektubunuzdan bir parça okusam suratıma güleceklerdir. Gazetede beş yıldır sürdürdüğüm avareliğim boyunca kendimi hor görerek çalışmaya alışmış olmam ve hekim oluşum dolayısıyla tıp sorunlarına boğazına kadar gömüldüm. Bunun için yazdıklarıma hiç özenmedim. İki tavşanın birden ardında koşulamayacağı sözü (geçim derdi yüzünden hem yazı işleri, hem hekimlik ile birden uğraştığı için Çehov böyle ifade etmiştir), hiç kimseyi benim kadar uykusundan etmemiştir…”.
Yetenekli olmanın ağırlığı Anton’un omuzlarına çökmüştü. Bugüne dek özgürdü. İstediğini istediği biçimde yazabiliyordu. Bundan böyle, ondan bir tavır takınması bekleniyordu. “Rusya’nın yeterli yol göstereni yok muydu? Onlara bir tane daha mı eklemek gerekiyordu? Kendisine bağlanan umutları haklı çıkarmak mı gerekliydi? Şimdi ondan istenen neydi? Ağırbaşlı olması, uzun ve yoğun öyküler yazması, her satırının bir ders taşıması…” O günün Rus toplumu böyleydi. Yazar Avrupa’daki gibi estetik bir sanat zevki için yazmıyordu. İşte bütün bunlar Anton’un zihninni kurcalıyordu. Bu yüzden daha bir özenerek yazma gayreti içerisine girdi.
60’lı yılların Rusya’sına bir göz attığımızda, çileli bir toplum olduğunu görürüz. Rus halkının ezici çoğunluğu köleliğin kaldırılmasını istiyor, toplumsal reformları özlüyor, daha iyi bir gelecek düşlüyordu. “Bütün kötülükler mujiğin köle olmasından geliyor,” diyorlardı. Bu durum gitgide Rus köylüsünü bir model, bir ülkü biçimine sokmuştu. Her şey miskinlik ve serkeşlik içindeydi. Bu serkeşlikten iğrenmeksizin ve acıma duygusu ile söz edecek bir yazar bekleniyordu. Zira o zamanlar edebiyatın kafalar üzerinde büyük bir egemenliği vardı. Rus halkı için edebiyat, Avrupa’da olduğu gibi avare, bilgili ve ince beğenili insanların aradığı bir estetik duygu değil, bir doktrindi. Bir yol göstericiydi Rus yazar… Avrupalı bir okur gibi: “Biz neyiz? Diye sorulmuyordu. Korku ile “biz ne olmalıyız?” diye sorguya çekiliyordu? Her yazar da kendi yönteminde bir cevap vermeye zorlanıyordu.
“Karamazov Kardeşler” yeni çıkmıştı. Saltikov- Scadrin “Golovyov Ailesini” yazıyordu. Turganyev’in güzel ve melankolik öykülerinin tutulduğu bir dönemdi. Tolstoy ise kraldı adeta toplum gözünde ve bütün Rusya’nın saygı duyduğu bu adamlar arasında. Yalnızca geçimini sağlamayı düşünen, alçakgönüllü bir delikanlı Anton Çehov ilk öykülerini bu ortamda yazmaktaydı. Aydınlar tanımak bile istemedikleri mujiği eskiden beri yüceltmişlerdi. Çehov’a göre, “bir kubbede oturmak, köylünün saçtığı kokuyu içlerine çekmek, onunla söyleşmek, nasıl yaşadığını, sevdiğini, karısına ve çocuklarına nasıl davrandığını öğrenmek… Böyle şeyler Rus aydınını hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Rus aydınları bu çıplak ayaklı, kirli sakallı, İvanlarda, Dimitrilerde birer ermiş yaratmak için olanca güçlerini harcıyorlar ve Tolstoy’la Turganyev’in öğretilerini yineliyorlardı. “ Mujik iyidir, o bir ermiştir.” Bu hiçbir aydın tabakasının bilinçli bir inancı değildi, yalnızca siyasal bir tutumdu. Sonunda kölelik kaldırıldı. Köylünün de efendileri kadar zulüm ve alçak işler yapabilecek yaradılışta, olduğu çıktı.” Çehov bu düşüncelerini Melikhovo gezisinden kalan anılarıyla bir roman kadar uzun iki öyküde yazdı: “ Köylüler ve “ Çukur yolda”.
Bu iki öyküde Çehov’un mujikleri anlatış biçimi, o dönemin aydın tabakasını adamakıllı şaşırttı. Gorki’nin acı bir alayla dediği gibi “İnsanlar onun aynı zamanda iki ayrı iskemlede oturarak kendini rahattan yoksun bırakmasını ( hem doktor, hem yazarlık ile uğraşmasını)” bir türlü anlamadılar. Ama Çehov, mujikleri, öncelikle damarlarında mujik kanı dolaştığı için içgüdüsel olarak; sonra da onları gidip gördüğü ve hekim olarak baktığı için iyi tanıyordu. Aydınların yanıldığını görebiliyordu. “Rus mujikleri ermiş değildiler. İçlerinde yaratılıştan iyi olanları, ‘Çukur Yol’daki Lina gibi boyun eğişleri, ‘Köylüler’deki Olga gibi hep ezilecek kurbanlar vardı. Ama ona göre “bütünüyle ne kaba ve ne kadar hayvanca, ne yoksul, ne vahşi bir yaşamdı bu… Uzun bir kölelik düzeninin hayvanlaştırdığı, eş kıldığı, tanrısal bağın coşkulu ve etkili biçimde şimşek gibi görünüp kaybolduğu insan sayılan yaratıklar. Dindarlık yalnız görünüştedir.” Çehov köylüleri işte böyle görüyordu.
80 li yılların Rus zekâsını yönlendiren üç eğilim vardı. Bunların ilki: “Boyun eğmek ve erdemleri kullanmak…” Öte yandan “Olağanüstü reformlar neye yarar? Her insan kendi dünyasında elinden geleni yapsın. Bu kadarı yeter.” Diyorlardı. Fakat buna karşın, “en küçüğünden en büyüğüne dek herkesin çalıp çırptığı bir ülkede nasıl ve niçin dürüst kalmalı?” diyenler hiç de azımsanacak gibi değildi. İkinci eğilim bireycilikti (sanat sanat içindir). İyi düşününce bireycilik de iyi değildi; binlerce suçsuz insanın yaşadığı acıları unutabilmek için taş yürekli bir vurdumduymaz olmak gerekiyordu. Üçüncü eğilimse, benliğin mükemmelleştirilesiydi.. Bu, Tolstoy’un yaygınlaştırdığı mistik akımdı. Her şeyin sonunda ölümü gören, niçin var olduğunu, içtenlikli bir umutsuzlukla anlamaya çalışan, varlık sancısını ve varlık sorusunu kendine soran, benliğini unutup kendini mutsuz insanlığa adamayı öğreten, yazar Tolstoy’un değil, kuramcı Tolstoy’un yaygınlaştırdığı akımdı. Fakat Rusya, küçük erdemlerin esaretini kıracak kadar büyük ve yoksuldu. “Milyonlarca bilgisiz insan için bir ya da on, ya da yüz okul yaptırmak neye yarar? Bütün Rusya açlıktan kırılırken bir kentin, bir köyün insanlarını niye doyurmalı? En küçüğünden en büyüğüne dek herkesin çalıp çırptığı ülkede nasıl ve niçin dürüst kalmalı?” diye düşünüyorlardı. Bu akımın etkisinde Çehov’da bir dönem kalacaktı. Ne yazık ki bu eğilimlerin hiçbiri iyi niyetli bir yazarı tamamıyla hoşnut kılmıyordu o dönem Rusya’sında.
Çehov en sonunda, yazarın rolünün önemini ve trajik bir yazgıya sahip Rusya gibi bir ülkede, yaratılan her eserin büyük bir sonuca ulaştığını anlıyordu. Tolstoy’un etkisindeydi ama Tolstoy’dan daha öteye gitmek istiyordu. Oysa bu iki yazar kadar birbirinden farklı iki kişilik düşünmek imkânsızdır. Büyük toprak ağası Tolstoy, yoksul sınıfı yüceltir, örnek gösterirdi. Oysa aşağı tabakadan yetişmiş Çehov ise onlara karşı aynı anlayışlı sevgiyi gösteremiyordu. Tolstoy, inceliği, lüksü, bilimi, sanatı hor görüyordu. Çehov ise bütün bunları seviyordu. Ama aralarındaki en doldurulmaz uçurum, kuşkusuz Tolstoy’un dini bütün bir insan oluşu, Çehov’unsa olmamasıydı. Fakat bu durumu o günkü katı Hristiyan despotizmine ve içi boşaltılıp, ritüelleşmiş bir inanca tepki olarak algılamak yerinde olsa gerektir. Bu toplumun kiliseden uzaklaşan entelektüelleri, uzaklaştıkları ölçüde de hakikate yaklaşıyorlardı. Zira Çehov, çocukluğundan beri bu katı despotizmin acısını derin bir şekilde yüreğinde hissetmişti.
Çehov, Tolstoy’un etkisinde bir çok eser yazdı. Örneğin, “Her günkü bir Öykü”, “İyi insanlar”, “Yolda”, “Raslantı”ve “Dilenci” adlı eserleri… Fakat bu durum onun sanatına çok zarar verdi. Çehov birkaç yıl süreyle Tolstoy’a öykünmekle hiçbir şey kazanmadığı gibi, yaşamında ilk ve son kez dünyayı kendisinin olmayan bir gözle seyretti. Örneğin,“ Her günkü Bir Öykü”, “İvan İliç’in Ölümü”ne benzemiştir fakat Tolstoy’un amacına ulaştığı yerde, Çehov hedefini yitirmiştir. Bu dönemde yazdıkları bu nedenle onun öyküleri arasında en güçsüz ve en az inandırıcı olanlarıdır. Çehov; “Türkler nasıl Mekke’ye gidiyorlarsa, biz de Sibirya’ya gitmeliyiz”, diyordu. Milyonlarca Rus orada acı çekiyor, ölüyordu. Yazar için bu gözyaşı denizine, bu dayanılmaz acılar toprağına gözleri kapatmak, sırt çevirmek imkansız bir şeydi. Bu düşüncelerle doğu gezisine çıktı. Tolstoy’un etkisinden kurtuluşu da bu döneme rastlayacaktı. Geri döndüğünde büyük bir soğukkanlılık ve güvenle gördüklerini anlatacak ve belki de yazdıklarıyla bu insanlık dışı yönetimde bazı olumlu değişikliklerin yapılmasında etkili olacaktı.
1889 da yorgun, sinirleri bozulmuş, endişe ve düş kırıklığı içinde Çehov, hala Tolstoy kuramından kendini kurtaramamıştı. Ancak doğu gezisinden döndükten sonra Tolstoy’un etkisinden giderek sıyrıldığı ve öykü tekniğinde artık sadece tanıklıkla yetindiğini görülüyordu. O bir hekimdi, bu yüzden de bilimi ve gelişmeyi Tolstoy gibi horlamamak gerektiğini düşünüyordu. Çehov’un gözünde buhardan yararlanmayı bilen bir insan, et yemeyen ya da iffetli yaşam sürenden daha fazla insanlığın iyiliğine çalışmış oluyordu. Bu nedenle de Tolstoy’un, bütün kötülüklere çare sayılan “ruhu olgunlaştırmak” kuramı ile arası hiç iyi değildi. Çehov ise “Moskova’dan Sahalin’e kadar gezdiğim Rusya, hayran olduğum Batı Avrupa, çevremde ve yaşamımda gördüğüm her şey bana Rus yaşamının kötü olduğunu, bu yaşamı değiştirmek, gerekirse alt üst etmenin kaçınılmaz olduğunu anımsatıyordu. Ama bunun için bir çeşit Nirvana’ya çıkmamak, ruhun yararsız bir seyircisi olarak yok olmamak gerekli” diye düşünüyordu. Tolstoy Etkisinden Kurtuluşu, “6 Nu.lu Koğuş” adlı eserinde iyice belirginleşmişti. Bu eser, Çehov’un Rusya’da daha çok tanınmasına çok yardım edecekti.
Çehov’un öykülerindeki konu seçimini incelediğimizde, sayfalar içersinde insana vergi deneyimleri toplamaya çalıştığını görürüz. Çehov’un kalabalık arasında bir insanı seçmesinin nedeni o insandan söz etmek ve onun yaşamındaki herhangi bir bunalımı anlatmak değildir. Yaşamda günlerin en seçkin olanını değil de herhangi birini, sıradan bir kişiyi seçerdi. Örneğin “Vanka Dayı…” da olduğu gibi.
Çehov, Bozkır’nı 1887-1888 de ciddi bir dergi için yazdı. Bununla, gençliğinde hızla ve beceriksizce yazdığı öyküler bir kenara bırakılırsa, hayatında ilk kez kısa öyküden uzun öyküye yönelmişti. Bu öyküyü tüm bakışların üstünde olduğunu bilerek korka korka yazdığı anlatılır: “Bir Bozkır öyküsü yazdım. Yazdım ama kuru ot kokusu çıkarmadığıma inanıyorum bu kez” diyordu. “ Ukrayna köylüleri, öküzler, güneyin küçük ırmakları” Anton’un tanıyıp sevdiği her şey bu öyküde yer almıştır. Sonraları Gorki, “bu öykünün her sayfasının incilerle işlenmiş olduğunu” söyleyecektir. Bozkır okurları tarafından çok beğenildi ama Çehov bu beğeniyi ağız tadıyla yaşamayadı. Tam Bozkır’ın yayımlandığı günlerde, ilk dramı İvanov, Moskova’da başarısızlığa uğradı.
Çehov, bu başarışızlık karşısında “Çağdaş oyun yazarları yapıtlarını yalnızca melekler, canavarlar ve dalkavuklarla dolduruyorlar. Ben özgün olmak istedim, bir haydut, bir melek yaratmadım, kimseyi aklamadım” diyerek kendini savunuyordu ama gerçek şu ki Tiyatro seyircisi ondan hiçbir zaman hoşlanmamıştı.
Eleştirmenlerin ve okuyucuların isteklerine karşın, Çehov’un yapıtlarında öğrettiği bir şey yoktur. Hiçbir zaman Tolstoy gibi: “ Şöyle davranın, başka türlü değil” diyemedi. Kendini bulma süreci esnasında Tolstoy’un etkisine girdiği dönem dışında öykülerinde olması gerektiği gibi, sadece tanıklıkla yetindi. “Ateşler”, “Yıldönümü”, “Kriz” gibi öyküler birbirini izledi. 1888 de ise bir ödüle ulaştı: “ Puşkin Ödülü!
Çehov’un Sanatını incelediğimizde, eserlerinin kurgusu ve biçiminin en düşük ayrıntılarıyla bile uğraştığına şahit oluruz. Olgunlaşmak ve daha iyiye ulaşmak yolunda nasıl da ağır bir çalışma izlediğini anlamak için, ilk öyküleriyle son öykülerini yeniden okumakta yarar vardır.
“Yaşamının sonlarına doğru o yazmıyordu, sanatı üzerinde derin derin düşünüyordu”. Sanatına içgüdü kadar düşünce ve bilinç de giriyor ve her şeyden önce sadeliği arıyordu. Cümleler olanak ölçüsünde kısa olmalı, her sözcük söylemek istediğini anlatmalıydı, geri kalan her şey gereksizdi… Betimlemedeki en iyi örneği dediğine göre bir öğrencinin defterinde bulmuştu. Çocuk “deniz büyüktü” diye yazmıştı, yazar da bundan iyisinin yapılamayacağına inanmaktaydı. “Sadelik, açıklık, büyük savlardan kaçınmak, işte her şeyden önemli olan… .Açıklamak yerinel sezdirmeye çalışmalı, öyküyü yavaş yavaş ve dümdüzce ilerletmeli: “ İçgüdümle bir öykünün bitişi okur kafasında bütün yapıtın yarattığı izlenimi bırakmalı.” diyordu. Bir yazarın karşılaşabileceği sorunların hepsi, Çehov tarafından incelenmişti. Hızlı yazmak, acele etmek zorundaydı. Yine de öykülerinin inceliğin ve sabırın başyapıtları olduğu inkar edilemezdi.
Çehov, bir çok yazarın önemli bir özelliğinin taşıyıcıydı; o da “ Bir keşiş gibi” yaşadığını sölüyordu. Ama yine de bütün gençliği boyunca, özel hayatında sağlam bir ilişkiden, ateşten kaçar gibi sakındı. Ona niçin evlenmediği sorulduğunda: “Tabii ki ben de evlenmek isterim. Ama ay gibi sürekli ufkumda durmayacak bir kadın bulun. O Moskova’da otursun, ben köyde…” diye latife ederdi.
Sevda Dıraga Canbaz
Hece Öykü, Sayı: 18, Aralık 2006 - Ocak 2007)
Sevdiklerinizi, en çok sevdiğinizi, üzmemek için, hayatlarına tek bir gölge düşürmemek için bütün duygularınızı gizlediğiniz, renklerinizi sildiğiniz, görünmez bir cam kadar şeffaflaştığınız, bu yüzden de sizi görmedikleri, halbuki o narin, incecik cam gibi kırılganlaştığınız aynı zamanda ve bir gün küçücük bir fiskeyle tuzla buz olduğunuz, minnacık cam kıymıklarınızın yine yalnızca sizin etinize saplanıp canınızı yaktığı oldu mu?
Hangi duyunuz körelmişse o duyunuzun kuvvetli uyaranlara ihtiyaç hissettiğini, az görüyorsanız ışığın daha aydınlık olmasını, damak tadınız gelişmemişse en keskin lezzetleri arzuladığınızı, zeki insanların, ince esprilerin zevkine varırken, basit kişilerin kaba şakalarla eğlendiğini; gustosu olanların, giyimlerinde aşırı süsten kaçındıklarını aklınızdan geçirdiniz mi hiç?
Hayatınızda, gözlerinizle anlaştığınız birisi olduysa, bunun sırrının birbirinize karşı çok hassas olmanızda saklandığını fark ettiniz mi?
Zekası ve sezgileri çok gelişkin birinin, küçücük bir sözün, sıradan bir davranışın arkasındaki nedeni ne kadar çabuk, kolay ve derinden kavradığına şahit oldunuz mu?
Öyleyse Anton Pavloviç Çehov'u okumaktan da hoşlanırsınız siz ve tanısaydınız, mutlaka kendisini de severdiniz...
Çarlık Rusya'sında, 1860 yılında doğmuştu Anton, bozkıra yaslanıp, denizi seyreden küçük liman şehri Taganrog'da.Şimdi bir sandığın üzerine oturmuş, ağlıyordu. Ağabeyi kendisiyle oynamak istemiyordu çünkü.
- Ne olur dost olalım şasa.
Anton, titreyen bir sesle tekrarlayıp duruyordu. Ama, ondan beş yaş büyük ağabeyi niyetli görünmüyordu buna.
- Dost olacağımızı kendisi söylemişti oysa... diye acı acı düşünüyordu.
Aslında Şasa'nın bu dostluktan, oyuncaklarını almak için faydalandığını anlar gibi olmuştu ya, pek de önemsemiyordu, ne de olsa birlikte güzel vakit geçiriyorlardı. Beşi erkek, biri kız altı kardeşin üç numarasıydı o. Açık tenli, renkli gözlü, aydınlık yüzlü, sevimli bir çocuktu.
Çehov'un ataları köylüydü. Anton'un büyükbabası, kölelikten kahyalığa yükselmiş, parasını ödeyerek hem kendisini hem ailesini tutsaklıktan kurtarmış akıllı bir mujikti. Oğlu Pavel, Taganrog'a yerleşmiş ve bir dükkan açmıştı. Hem manifaturacı, hem baharatçı, hem de bakkaldı. Çay, zeytinyağı, saç pomadları, petrol, makarna ve kurutulmuş balık satardı. Anton'un annesi ise bir tüccar kızıydı, Rus toplum düzeninde kocasına göre daha yüksek bir sınıftandı.
Anton için, ağabeyiyle babalarının dükkanından çaldıkları kutulardan yaptıkları oyuncaklarla oynamak büyük eğlenceydi. Şımartılmış çocuklar onların bu eğlencelerini küçümseyebilirlerdi, zaten onları anlamak zordu. Bir gün içlerinden birine, "Seni evde dövüyorlar mı?" diye sormuş, "Hiçbir zaman" cevabını almıştı. Herhalde yalan söylüyordu veya hayat gerçekten tuhaftı. Baba Pavel'e karşı konulmaya gelmezdi. Sofrada sebze çorbasının çok tuzlu olması bile, anneyi ve çocuklarını korkudan titretip, ağlatan sahnelere sebep olurdu. Yine de Anton zaman zaman babasını severdi. Sarhoş olmadan içki içmeyi bilirdi babası mesela. Kafayı çekince de keman çalar, şarkı söylerdi. Gerçekte ne içkiye düşkündeü, ne kadına. Onun bütün hayatı kiliseydi. Çocuklarını sevmiyor değildi, ama bir Tanrı gibi, suç işleyeni de cezalandırmak gerekirdi. Beki babasının bütün yaptıklarını bağışlayabilirdi Anton. Ne varki sık sık yediği dayakları asla unutmayacaktı. Çünkü yalnız fiziksel bir acı değildi duyduğu, üzerinde yarattığı o müthiş aşağılanma hissiydi...
Annesi ise, ince yapılı, zarif çizgili, sevgi dolu ama durgun bir kadındı. Ya mutfaktaydı, ya dikiş makinesinin başında. Çocuklarını, ama galiba en çok Anton'u seviyordu. Kocasından hakaretler işittiğinde, ağlayıp yaşamından şikayet ettiğinde onu en çok Anton anlıyordu sanki.
Anton, kardeşleriyle birlikte zorla kilise ayinlerine götürülerek, kilise korolarında şarkı söylemeye mecbur edilerek, babası çıraklara gözcülük etmesini emrettiği için ödevlerini dahi dükkanda yaparak büyüyordu. Sabahın beşinden, gecenin on birine kadar açık kalan, pencereleri cezaevlerindeki gibi demir parmaklıklı dükkanda, titreşen mum ışığında derslerini çalışmaya çabalarken müşterileri seyredip dinlenerek eğleniyordu. Her birinin kendine, ait olduğu soya ve sınıfa ait jestleri, konuşmaları, tavırları vardı. Böylece evde kardeşlerine, annesine hatta keyfi yerindeyse babasına, müşterilerin dalaverelerini, yakınmalarını, pozlarını taklit edebiliyordu. Belki daha o zamandan geliştirmişti insanları minicik işaretlerden tanıma ve anlama yeteneğini.
Anton'un okuduğu resmi lisede amaç, imparatora körü körüne bağlı bir halk yetiştirmekti. Ama o sıralarda Rusya'daki hemen hemen bütün okullarda olduğu gibi yaşları on üç ile on altı arasındaki öğrenciler, koyu devrimci bir ruh hali içinde politikayla ilgileniyorlardı. Yalnızca, on dört yaşındaki Anton, onların toplantılarından uzak kalıyor, tartışmalarına katılmıyordu. O esprili, özgür ve her şeye kolayca inanmayan bir yapıdaydı.
Ne babası ne ne öğretmenleri ne de arkadaşları, ona izleyeceği yolu gösteremezlerdi. Bütün zeki, kişiliği kuvvetli insanlar gibi daha o zamandan kendi seçimlerini kendi yapmak istiyordu. Bir önseziyle büyük büyük sözlerden, belirli bir topluluğun yaydığı gerçeklerden tiksiniyordu. Başkalarının kendisini etkilemeye kalkışmalarından sinirlenmeden, küstahça davranmadan sıyrılıyordu. Yıllar sonra dost olacağı Nobel ödüllü yazar Ivan Bunin'in, onun hakkında söyleyeceği gibi, "yüreğinin derinliklerinde olup bitenleri yakınlarından hiçbiri tamamiyle anlayamazdı." O yaşında bile.
Çehov, ileride ünlü bir yazar olduğunda da ne kendini döküp saçacak ne de eserlerindeki karakterleri saygısızca didik didik edecekti; süslü püslü laflarla, vıcık vıcık duygusallıkla değil, örtülü bir mizah, ince bir hüzün ve sade bir mesafelikle apaçık çizecekti hayatı, o hayatın gizli dramlarını, insanın gerçek zaaflarını.
Sevme kapasitesi yüksek olanlar, bunun onları ne kadar yaralayabileceğini ya bildiklerinden ya sezdiklerinden kendilerinden bile saklarlar bu sevgilerini ve sevgileriyle yük olmamak için kimseye, içlerinde yaşarlar bütün derinliği ve ağırlığıyla. Anton da sevgisini göstermekten hoşlanmıyordu, o sevgiyi başkalarına ne kadar gösterirse yüreğinde o kadar az hissetmekten korkuyordu belki. O herkesi kolaylıkla anlayabildiğinden, kendisini anlamasınlar diye ince bir mizahın, kibarlığın ve mesafenin gölgesine saklanıyordu. Ünlü bir yazarken, dostları, hayranları varken, bir doktor olarak hastalarıyla ilgilenirken, sosyal bir hayat yaşar ve bunu severken, nezaketinden doğan bir ilgiyi çevresindekilerden esirgemezken bile defterine şöyle yazıyordu:
Mezarda nasıl yatacaksam, kendi içimde de öyle yalnız yaşıyorum.
Tıp okumak için Moskova'ya gittiğinde on dokuz yaşında bir delikanlıydı. Bir öyküsü ilk kez, 1880 yılında küçük bir mizah dergisinde yayımlandı: Don'da Bir Mülk Sahibinin Komşusuna Mektubu. Çok kolay ve çabuk yazıyordu. Bütün haftalık, resimli dergiler, Moskova'daki bütün mizah gazeteleri onun yazdıklarıyla dolup taşıyordu artık. Kendisine bir de takma ad bulmuştu: Antoşa Çehonte
Yirmi iki yaşına geldiğinde, Petersburg'da çıkan ve çok okunan Oskolski (pırıltılar) gazetesinde hem öyküleri yayımlanıyor hem de muhabirlik yapıyordu. 1886 Mart'ında, devrin tanınmış Rus yazarlarından Grigoroviç, Çehov'a yazdığı mektupta, onun hikayelerini övüyor taşıdığı cevheri heba etmemesini, kendisinden büyük eserler beklenildiğini söylüyordu.
Çok etkilenen Anton, hemen bir teşekkür mektubu yazdı:
Bütün umut gelecekte. Daha yirmi altı yaşındayım. Vakit çabuk geçiyor, yine de bir şeyler yapmayı belki başarırım.
Grigoroviç'in tavsiyesine de uyacak, takma adını kullanmayı bırakarak öykülerini gerçek ismiyle imzalayacaktı. Üne kavuştuğu o yıl, çukur yanaklı ince güzel bir yüz, sık saçlar, yeni yeni belirmeye başlayan bir sakal, ciddi ve hüzünlü bir dudak kıvrıntısı, öte yandan derin, tatlı, etkileyici, değişik bir bakış, alçak gönüllü bir görünüm, bir gençk kız hali taşıyordu Anton Çehov. Kısa hikaye tarzını bırakıp romana yaklaştığı, 1887-88 arasında yazdığı uzun öyküsü Bozkır, Çehov'u bir anda Rusya'nın büyük yazarları arasına yükseltti. Ne var ki, il dramı Ivanov, Moskova'da hiç tutulmadı. Aynı yıl, 1888'de, Puşkin Edebiyat Ödülü'nü kazandı.
Ertesi sene kardeşi Nikola'nın veremden ölümü ile sarsıldı. O yaz Sahalin adasına gitti.
Singapur, Seylan, Port Said, İstanbul, Odesa güzergahıyla 1890'da Moskova'ya döndü. Kız kardeşi Mari'ye "Yaşadığımı söyleyebilirim. Cehennemdeydim (Sahalin) ve cennetteydim (Seylan adası)" diye yazıyordu. Sürgün ve Gusiyev gibi hayran kalınan öykülerini Çehov'un bu seyahetine borçluydu okuyucuları.
Her yazar gibi onun da çevresinde çok kadın vardı. Kimi hayranı, kimi dostu kimi ona aşk ve ilgi duyan kadınlar. Ama onu çevreleyen görünmez cam ne kadar yaklaşsalar tam olarak ona değmelerine engel oluyordu sanki. Öykü yazarı Lidiya Alekseyevena Avilova, 1889 yılında, Petersburgskaya Gazeta'nın yönetmen-yayımcısı ile evli olan ablasının evinde tanıştı Çehov'la. Lidiya evliydi ve dokuz aylık bir çocuğu vardı. Eniştesi,
"Öykülerinizi yutarcasına okur, size birkaç mektup yazdı ama göndermeye çekiniyor. Mektuplarını bizlerden bile saklar" diye tanıştırdı onları.
Yemeğe geçildiğinde duvarın dibinde dikilen Lidiya'ya yaklaşan Çehov, çekinmeden onun saç örgülerinden birini tuttu.
"Doğrusu, böyle gür saçları hiç görmemiştim."
Masada yan yana otururlarken Lidiya'ya öğütler veriyordu.
"Gördüklerinizi, hissettiklerinizi tüm gerçekliğiyle, içinizden geldiği gibi yazmalısınız"
Yeniden karşılaştıklarında aradan üç yıl geçmişti ve Lidiya'nın çocuklarının sayısı üçe çıkmıştı. Eniştesinin, gazetenin yirmi beşinci kuruluş yılı için evinde verdiği davette başlayan yakınlaşmaları aralıklarla ve Çehov'un öldüğü tarihe kadar süren mektuplaşmalarla devam edecekti ama Lidiya'nın elinde olmayan nedenlerden doğan yanlış anlamaların gerçek birer sevgili olmalarını engellemesi kıracaktı Anton'u. Bu duruma çok üzülen Lidiya, bir madalyon yaptırıp, üzerine sayfa 267, satır 6-7 ibaresini kazıtıp gönderdi ona.
Bu Çehov'un kendisine imzaladığı Komşular kitabındaki,
Yaşamım bir işe yarayacaksa gel, onu al
cümlesine işaret ediyordu. Ama tek bir satır yanıt gelmedi. Sonraları yeniden görüşmeye karar verdilerse de Çehov'un ilerlemeye başlayan tüberküloz hastalığı imkan vermedi buna. Hastanede bulacaktı onu Lidiya. Ondan sonra da bir iki görüşme ve mektuplarla sınırlı kalacaktı bu gizli aşk.
1897 Mart'ında hastalığı ağırlaşan Çehov, bir kliniğe yattığında ziyaretine gelenler arasında, iki yıl önce tanıştığı Tolstoy da vardı.
Eylül'de, Paris'e ve Nice'e giderek Dreyfus olayını takip etti ve bu konuda Zola'yı destekledi. Ertesi sene Stanislavski ile Sanat Tiyatrosu'nu kuran Nemiroviç, Martı'yı sahnelemek için Çehov'dan izin istedi.
Nemiroviç görüşmeye gittiği tiyatroda o akşam oynanan dramı izleyen Çehov, Çariçe İren rolündeki anlamlı yüzlü genç kadının, soylu ve yürekten gelen sesini dinlerken ara sıra soluğunun kesildiğini hissetti. Piyes bittiğinde, oyunu çok beğendiğini söyledi ve gülümseyerek Moskova'da kalacak olsa İren'e aşık olacağını ilave etti.
Martı, Moskova Sanat Tiyatrosu'nda sahnelendiğinde Olga, Arkadina rolündeydi. Aradan geçen kış içinde, Anton'un kız kardeşi Mari ile tanışıp dost olmuşlar, havasının hastalığa iyi gelmesi umulduğu için Yalta'da bulunan Çehov'u ziyarete gitmişlerdi. Yazar ile ıyuncu Moskova'ya birlikte dönerken, Ağustos'ta, Kırım'ın en güzel mevsimini beraber yaşadılar. Aralarındaki aşk ilişkisi belki Yalta'da belki Kırım'da başlamıştı.
Çehov aşıktı. Olga Knipper ise onu elde etmeye kararlı. Bu arada, 1900 yılında Çehov, Akademi üyesi olmuştu. Olga'yla kah Moskova'da, kah Yalta'da buluşarak sürdürdükleri beraberliklerinin, hayatı boyunca, yarattığı kahramanlarınki gibi hep biraz uçucu, kökleşmesine vermeye çekindiği, duygularını belki güzelliğini lekelememek için sonuna kadar yaşamaktan kaçınıp bir rüyaya dönüştürdüğü aşklarına benzemesine Olga'nın tahammülü yoktu. Onu 1901 Mart'ında bir kere daha Yalta'ya davet ettiğinde öfkeyle reddetti. Çehov'un metresi olmayı sürdürmek, geceleri gizli gizli buluşmak istemiyordu. Başkennte karışıklıkların patlak verdiği, Kazak askerlerinin halkı kamçıdan geçirdiği, ölen, yaralanan üniversite öğrencilerinin bulunduğu, Olga'nın Maşa rolünü oynadığı Üç Kız Kardeş 'ten söz edildiği zamanlardı.
Çehov'un mektubu Nisan ayı sonlarında ulaştı Olga'ya:
Moskova'da tek bir kişinin bile, evleneceğimizi önceden bilmeyeceğine söz verirsen; Moskova'ya geldiğimde, hala istiyorsan, seninle evlenirim. Düğünden, kutlamalardan elde şampanya bardağı, hafifçe gülümseyerek ayakta durmaktan neden bilmem korkuyorum.
25 Mayıs 1901'de evlendiler. Böylece sonu gelmeyen ayrılıklar, pişmanlıklar, anlaşmazlıklar, yakınmalar başlıyordu ve Çehov için bitmeyen bir yalnızlık. Olga, sahneye çıkmak için Moskova'da kalmak zorundaydı, Anton ise gitgide bozulan sağlığı nedeniyle Kırım'da.
Tuhaf bir döngüsü vardı sanki hayatın. Nice büyük konuşanlara dokunmadan geçiyor da, inadına, duyarlı insanların inanarak söyledikleri sözleri bile ödetiyor onlara. acaba yalnızca onlar anlayacağı için mi? Bir zamanlar Çehov,
"Tabii ben de evlenmek isterim" diyordu dostlarına yarı alaylı yarı ciddi, "ama, ay gibi sürekli ufkumda durmayacak bir kadın bulun. O Moskova'da otursun, ben köyde..."
İşte şimdi tam istediği gibi bir evlilik yapmıştı. Ve istediğinin bu olmadığını anlamıştı. Karısını özlüyor, hep yanında olmasını arzuluyor, aşk ve hasret dolu mektuplar yazıyordu ona. Yine de Olga'dan, böyle bir özveride bulunmasını talep etmiyordu. Ama Olga ona,
"Senin yanında olmak isterdim. Tiyatrodan ayrılamadığım için kendime lanet okuyorum" diye yazınca, ümide kapılıp soruyordu.
"Gerçekten mi?"
O zaman karısı çığlığı basıyordu.
"İşsiz olunca büsbütün sıkılacağım, nice uğraşla elde ettiklerimi bir anda yıkacak kadar genç değilim."
Yıllar sonra yayımlanacak Çehov'un sırrı adlı kitap, hırslı Olga'nın aslında Nemiroviç'in sevgilisi olduğunu, Çehov'la, onun adından yararlanmak için evlendiğini ve Olga'nın, bu suçlamalar kendisine yöneltiğinde, Çehov'un ölümünden bir gün önce geçirdiği uzun bir nöbet esnasında, Alioşa adlı bir erkeğin adını sayıkladığından bahsettiğini ileri sürecekti.
Çehov, hastalığının gün geçtikçe kötüye gitmesine karşın çalışmalarını sürdürüyordu. 1902 yılında Maksim Gorki'nin Akademi üyeliği Çar tarafından siyasi nedenlerle engellenince o da istifasını verdi.
Ertesi yıl yazmaya başladığı Vişne Bahçesi, 1904 yılının ocak ayında sahnelendi. Kaçınılmaz son o yılın temmuzunda geldi. Kaldıkları otel odasında, yaşamı boyunca ilk kez kendiliğinden bir doktor istedi Çehov. Olga, yakınlarda bulunan iki Rus öğrenciden bir hekim bulmalarını rica etti. Anton, kalbinin üzerine buz koymak isteyen karısını hafifçe itti.
"Boş bir kalbin üzerine buz konulmaz."
Yapılan iğne boş kalbi canlandıramadı. Doktor, şampanya getirtti. Çehov, yatağında doğrulup oturdu,
"Ich sterbe" dedi almanca: "Ölüyorum"
Tavrı, onun kişiliğinin özeti gibiydi. Bu ağır sözcüğü bir başka dilde telaffuz ederek hem durumu hafifletmeye çalışıyor hem de Alman hekime nezaket gösteriyordu. Sonra, kadehi tutup daha ilk karşılaşmalarından birinde,
"Merhaba, hayatımın son sayfası" dediği Olga'ya en içten gülümsemesiyle gülümsedi. "Çoktandır şampanya içmemiştim."
Sessizce dibine kadar içti ve yavaşça sol yanına uzandı.
Çehov'un tabutu, ömrü boyunca asla kaybetmek istemediği mizah duygusuna nazire yapar gibi ulaştı Moskova'ya: Üzerinde kocaman harflerle İstiridye yazılı bir vagonla.
İstiridye incisini taşıyordu içinde.
Ve acılı annesi, toprağa verilen oğlunun ardından içini çekip, Anton Çehov'un kahramanlarından biri gibi konuştu:
"Üzüntümüz büyük. Antoşa yok artık."
Rengin Soysal
0 yorum:
Yorum Gönder